Hayatımın en güzel yılları diyerek adlandırmaktan çekinmediğim üniversite zamanlarıydı. Arkadaşlarla bıkmadan usanmadan, zaman kısıtı yaşamadan, Eskişehir'de yemek yenecek ne kadar mekan varsa, teşbihte hata olmaz, talan ettiğimiz, adalarda yürüyen kalabalığa kalabalık kattığımız, tavlası,tabusu hatta son demlerde iyice dibine vurup kahvesinde okey oynadığımız yıllardı. Üzerinden onlarca yıl geçmiş gibi hasretle anlattığıma bakmayın, üniversiteyi bitireli daha iki yıl oldu.
O gün yakın arkadaşlarımdan biri ve Eskişehirli olan Tuğba'nın evine gitmiştik. Tatar misafirperverliğiyle annesinin ikramları, Tuğbacığımın şen şakrak sohbeti eşliğinde geçiyordu günümüz.
Evde Tuğba'nın bir de anneannesi vardı. Hastaydı, yatıyordu. O dönem de 86 yaşlarında olan anneannemiz yarı türkçe yarı tatarca, anlaşılması biraz güç konuşuyordu. Dışarıdan baktığında bizi görebildiğinden bile şüphe edeceğimiz nice gün görmüş, geçirmiş anneannemiz insanı hayretlere düşüren bir azimle eline ne geçiyorsa okuyordu. Gazete, dergi, kitap, takvim yaprağı... Gözlerimle görmüş olmasaydım okuduğunu, inanmayabilirdim. O yazıları görüp okuyor olmasının şaşırtıcılığının yanında nice gencin kulağına küpe olacak bir okuma azmi taşıyordu hala içinde.
Hatice anneannemi hiç unutmuyor olmamın asıl sebebi okuma arzusuna olan hayranlığım değildi. Hasta yatağına gidip, elini öpüp, halini hatrını sorduğumda O'da bana memleketimin neresi olduğunu sordu. Aramızda geçen o kısa konuşmayı Tuğba'nın tercümesi eşliğinde gerçekleştiriyorduk. Tuğba, İzmit'ten geldiğimi söyledi. Gözlerimin içine bakarak '' Yavrum, ailenden telgraf var mı? '' dedi. Bunu Tuğba'nın tercümesine gerek kalmadan anlamıştım.
O bakışlarda; derdini sonuna kadar dinleyecek bir arkadaş, yardımı esirgemeyecek bir komşu, yavrusu gurbette bir anne vardı. Yüzlerce yüz, yüzlerce hal görmüş o gözler yüzümde, halimdeydi... Şaşkınlığımdan kısa bir sürede sıyrılıp, gayet doğal bir sualmişçesine, bunu her gün herkes birbirine soruyormuşcasına '' EVET'' dedim. Başımı salladım. O da ''iyi'' der gibi başını sallayarak beni onayladı. Ardından peşi sıra gelen duaları eşliğinde neticelendi kısacık sohbetimiz.
Hatice anneannemizin 90 yaşında yaşamını yitirmesiyle belleklerde ki telgraf kelimesi de yaşamını yitirmişti sanırım. Bu kısacık sohbetimiz esnasında telgraf alıp almadığı sorgulanan tek insan da bendim belkide...
Hatice anneannemize Allah'tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun...
3 yorum:
telgraf...:)
canım benim yüreğine sağlık... öncelikle o günün şahitlerinden biri olarak sende böyle güzel nameler demlenmesine vesile olduysak ne mutlu bize... çok güzel ve yerinde bi konuya değinmişsin. satırlarını okuyunca ilk aklıma gelen şu oldu. Bugün teknoloji o kadar ileri ki, insan bi tıkla bu güzel sayfaları kilometrelerce ötedeki insanlara ulaştırabiliyor, bi tuşla sevdiklerinin canına can katabiliyor sesiyle.. Bizim için ise şu an mesafeler gidip gelemeyecek kadar ırak değil, çok şükür her birşeyimize koşturabiliyoruz. uzaklıklar da önemli değil,Teknolojinin nimetlerinden faydalanıyoruz. fakat kimilerinin (!) yüreğinden uzaklara yerleştirdiği insanlara değil telgraf, dumanla bile haberdar etmek gibi bir lüksü olmaması ne kadar düşündürücü değil mi?!!... muhabbetle kal.
öyle canımın içi, malesef... çok özlemişim seni :)
Yorum Gönder