31 Ekim 2011 Pazartesi

telgraf




Hayatımın en güzel yılları diyerek adlandırmaktan çekinmediğim üniversite zamanlarıydı. Arkadaşlarla bıkmadan usanmadan, zaman kısıtı yaşamadan, Eskişehir'de yemek yenecek ne kadar mekan varsa, teşbihte hata olmaz, talan ettiğimiz, adalarda yürüyen kalabalığa kalabalık kattığımız, tavlası,tabusu hatta son demlerde iyice dibine vurup kahvesinde okey oynadığımız yıllardı. Üzerinden onlarca yıl geçmiş gibi hasretle anlattığıma bakmayın, üniversiteyi bitireli daha iki yıl oldu.

O gün yakın arkadaşlarımdan biri ve Eskişehirli olan Tuğba'nın evine gitmiştik. Tatar misafirperverliğiyle annesinin ikramları, Tuğbacığımın şen şakrak sohbeti eşliğinde geçiyordu günümüz.

Evde Tuğba'nın bir de anneannesi vardı. Hastaydı, yatıyordu. O dönem de 86 yaşlarında olan anneannemiz yarı türkçe yarı tatarca, anlaşılması biraz güç konuşuyordu. Dışarıdan baktığında bizi görebildiğinden bile şüphe edeceğimiz nice gün görmüş, geçirmiş anneannemiz insanı hayretlere düşüren bir azimle eline ne geçiyorsa okuyordu. Gazete, dergi, kitap, takvim yaprağı... Gözlerimle görmüş olmasaydım okuduğunu, inanmayabilirdim. O yazıları görüp okuyor olmasının şaşırtıcılığının yanında nice gencin kulağına küpe olacak bir okuma azmi taşıyordu hala içinde.

Hatice anneannemi hiç unutmuyor olmamın asıl sebebi okuma arzusuna olan hayranlığım değildi. Hasta yatağına gidip, elini öpüp, halini hatrını sorduğumda O'da bana memleketimin neresi olduğunu sordu. Aramızda geçen o kısa konuşmayı Tuğba'nın tercümesi eşliğinde gerçekleştiriyorduk. Tuğba, İzmit'ten geldiğimi söyledi. Gözlerimin içine bakarak '' Yavrum, ailenden telgraf var mı? '' dedi. Bunu Tuğba'nın tercümesine gerek kalmadan anlamıştım.

O bakışlarda; derdini sonuna kadar dinleyecek bir arkadaş, yardımı esirgemeyecek bir komşu, yavrusu gurbette bir anne vardı. Yüzlerce yüz, yüzlerce hal görmüş o gözler yüzümde, halimdeydi... Şaşkınlığımdan kısa bir sürede sıyrılıp, gayet doğal bir sualmişçesine, bunu her gün herkes birbirine soruyormuşcasına '' EVET'' dedim. Başımı salladım. O da ''iyi'' der gibi başını sallayarak beni onayladı. Ardından peşi sıra gelen duaları eşliğinde neticelendi kısacık sohbetimiz.

Hatice anneannemizin 90 yaşında yaşamını yitirmesiyle belleklerde ki telgraf kelimesi de yaşamını yitirmişti sanırım. Bu kısacık sohbetimiz esnasında telgraf alıp almadığı sorgulanan tek insan da bendim belkide...

Hatice anneannemize Allah'tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun...

30 Ekim 2011 Pazar

müsaade





Gecenin en karanlığında, dalmışsın deryalara ve uzanmış düşünceler boylu boyunca. Düşündüğünü düşünmeden, düşünmektesindir. Ne haldesin, tam olarak bilemezsin bu anda. Sadece zihnini kurcalayanlarla ilgilenirsin. Uzun uzun geçer aklından, sindire sindire dinlersin, seyredersin. Bazen söylersin bazen o söyler. Zaman geçer, gece biter. Sen yarı uyur yarı uyanık aklından geçenleri bitiremezsin.

Günün ilk ışıkları uzanmaya başlayınca yatağına, duramazsın artık. Atarsın kendini yataktan. Bazen bir sigarayla dağıtırsın aklını bazende dışarı atarsın kendini. Ya sabahın soğuğu ya sigara dumanıdır çektiğin boğazına... Bana müsaade biraz dolanmalıyım dışarılarda...

28 Ekim 2011 Cuma

hayırlı geceler

Eskişehir sularıyla saat 03:03...Şehir karanlıkla örtülü...Sarıp sarmalayan gece uyutmaya çalışırken bizi, gözleri ısrarla açıktır kimilerinin...Yastığa başını koymak ister enteresan bir çekimle...Yaklaşıyor uyuku vakti...Ve aklında bütün sevdikleri, inanabiliyor musunuz?, Hepsi...Yarın yeni bir gün, hepimizi bekleyen ne kadar da çok iş var, öyle değil mi? Ve işlerin tamamını bitirme telaşın nasılda kamçılıyor seni...Sevmeyi birilerini,aklından kazırcasına...Oysa hiç birimizin yarın ki trene binmeye yok ki bileti... Bütün bu alem şahit olsun ki, çok seviyorum sizi... tabi daha çok seviyorum kimilerinizi ;)

25 Ekim 2011 Salı

kırmızı

Ben gelincik,

hep aşkı anlatmak istedim…

Anlamak isteyene duruşum bile aşktı,

uçsuz bucaksız yeşillikler de ansızın karşına çıkan

zahmetsizce toprağın bağrından süzülüp

gökyüzünün maviliğine açılan

Dalından koparılıp, sürgüne yolcuysa

Bütün kırmızılığını dağıtan…


Ben gelincik,

Hep aşkı anlatmak istedim…

Anlamak istemeyene çığlıklarım bile

Sessiz bir haykırıştı…

Çatlamış toprakta yeşermeye çalışan,

kırmızı ama isteksiz.

Ben gelincik,

Hep aşkı anlatmak istedim…

Bazen bir kadın bazen bir erkek dediler,

Oysaki ‘’O’’ ete, kemiğe bürünemeyecek kadar

Hayattı…

Su kadar ekmek kadar muhtaçtık.

Asırlardır aşkın rengi olan kırmızıydı.


Ben gelincik,

Hep aşkı anlamak istedim…

Boğazına kadar içine battığın ama

Göz ucuyla dokunamadığın ateşin,

Kırmızılığını…

Haykırışlarının en masum seslerini

Kendinin bile duymadığı yokluğunun,

Kırmızılığını…

Sebepsiz yere ağladığın hiç

Susamadığın gözyaşlarının,

Kırmızılığını…

Duruşuyla bile içini titretenin

Gidişiyle ki yokluğunun,

Kırmızılığını…

Ben gelincik,

Anlatmak isterken susmalarımın

Sebebidir kırmızı…

24 Ekim 2011 Pazartesi

deprem


Mezar gibi taş yığınlarının arasından çıkan her canlı beden, tanıyan tanımayan her yüreğe neşedir ancak hüzün peşinden ne çabuk gelir.Ya geridekiler... 7.2 diye bir tabirle, merkez üssü, artçısı, öncüsü ifade etmeye çalışırlar... Bunlar ifadeye çok uzak geliyor bana, yaşayan canların yüreklerinde ki hangi sancıyı anlatmaya kadir ki... Televizyonda bir baba izledim. O diyordu ''mezar gibi taş yığını, bütün evlatlarım işte burada...''. Başında nöbet tutuyordu. Benimse her 99 dendiğinde içim titrer... O enkaz başında nöbet tutan babanın yüreğinde ki sancıyı duyabiliyorum. Bu hisleri anlatmak istemezdim aslında, ancak duyarsızlık beni kahreden... Rabbim yardımcıları olsun...

19 Ekim 2011 Çarşamba

fark etmez


Tutuşmamış yürekte aşk ne gezer

Sevgi sözü bilmeyen dil, ne söyler

Yalancı baharlara mı tutsak etmiş ömrünü

Yol bilmez, iz bilmez, sevda bilmez…

Bereketli yağmur görmemiş toprak misali

Açmış avuçlarını gökyüzüne, yağmur duasında

Ses duymaz, lisan sormaz, sevda bilmez…

Bütün kainatı cam bir kavanoz kadar zanneden

Balık misali, dolanır hayatının girdaplarında

Ömrü tükenmeye yakın, dışarıda ki söğüdü,

Ya anlar ya anlamaz…

Işık görmez, iklim bilmez, fark etmez…

katran kara


Yokluğunu demlemişim
Varlığının girdabıyla
Her yudumda tükeniyor
Dumanım ve benliğim
Katran karadır içtiğim
Menzil belli olmasada
Ucu varacak diye sana
Kana kana içmekteyim...

17 Ekim 2011 Pazartesi

ELLERİM


Bugün yağmur yağsa
Yağmurla gelsen
Bir damlayla düşsen
Avuçlarıma…
Sarıp sarmalasam…
Özünü yitirtmeden
Saklasam yağmuru…
Bugün güneş çıksa
Bir huzmeyle gelsen
Odama
Ellerim saçlarını okşasa
Güneşin,
Ne olduğunu bilip kabullenerek
Saklasam
Ve yağmuru… Ve güneşi…
Daha çok sevsem
Ellerim, yalnızlıklarıyla
Arkadaş olsa
Düşüp yaraladıkları dizlerine
Merhem olsa
Ve yüreklerine…
Her yarayı öpüp okşayarak
İyi etse ellerim,
Hiç birini saklamasa…
Bu gün yağmur yağsa ellerime
Ve güneş açsa.

13 Ekim 2011 Perşembe

...


Kan kokusu genzimi yakıyor...
Susmayın,
Kazandın deyin
Ey kuşlar ey gök ve yer...
Mutlak sevgi benimdir artık,
Mutlak aşk...
Yok dediler,
Onay vermediler.
Ne diyedir o vakit bunca savaş
bunca ölüm?
Hiç bir şey kazanmak uğruna mı
Canımızı ortaya koymalarımız?
Kanlı toprağın üstüne
Yağmur deydi, gece deydi
Gün deydi, kar deydi
Rüzgar deydi...
Bir tek uğruna can verdiğim yarin,
Ayağıydı deymeyen...

10 Ekim 2011 Pazartesi

Aşk başladı işte...


Adem (a.s) ve Havva validemiz dünya ya teşrif ettiklerinde kilometrelerce mesafe uzaktalardı birbirlerine..ama insan kendi canından bir parçayı bilmez mi? ve bildi.. dünya denen sürgünde kendi kaburga kemiğinden yaradılan o eşini buldu... onların yasak meyveyi yemesiyle dünya bir sıfat daha kazandı, imtihan dünyası.. Bu onlara bir imithandı..ve nesillerine... Ve bizi bizden iyi bilen Rabbimiz hepimize kaldıra bileceği yükü yükledi.. eşit değil bizi birbirimize denkledi...
Bezm-i Elest de, Rabbin kendini tanıttığı, varlığını billdirdiği, ruhların birbirini ilk gördüğü o meclisten bu yana, ezelden buyana ve kainatın sonuna kadar ebede kadar var olacak o macera başladı işte.. Aşk başladı işte...

9 Ekim 2011 Pazar

hiç inkar etmedim…

sessizliğin içinde,
yalnızlık tebessüm etmekte,
yıpratmışım bütün temiz kağıtları...
hepsinin suçu benim,
hiç inkar etmedim…
sığındım, affedilmek bekledim
kolları sararken bedenimi
yüreği de sevsin istedim yüreğimi
içimde bir boşluk hızla büyürken
bütün gücümle kaçıyordum
kaçtığımın, kendim olduğunu
çok sonradan anladım...
oysa ki tek bir an bile kaçamadım
ayağımdan bağlanmışım,
kaçtığımı zannederek dönüyorum,
döndükçe yarıçapı küçülen bir daire
her adım da sana kaçıyorum aslın da…
ve şimdi yalnızlıkla oturmuşum,
ağlıyorum…
gözüm göremiyor,
elim elleyemiyor,
sesim seslenemiyor, sana…
yıpratmışım bütün temiz hatıraları…
hepsinin suçu benim,
hiç inkar etmedim…