7 Aralık 2011 Çarşamba

Ve gelincik hikayesinin sonu





Her hikayenin bir sonu olmalı değil mi? Güzel veya çirkin, mutlu veya hazin... Bir son. Başlayan bir şeyin ve her şeyin en belirgin özelliği bitmesi...

Kusursuz yaratılmış gelinciğin, kusurlarla yaratılmış aşka düşmesiydi bu hikayeyi başlatan. Aşk derindi, çok derin, ne gelincikler yutmuştu ve yutacaktı bu derin kuyu. Ve bizim gelincik de kuyunun derinliklerin de kaybolmaktaydı. Derin kuyuya düşmek, bir inişin ifadesi gibi. Oysa aşk inilmeyecek kadar yüksekti. İşte tam böyle bir şeydi. İnmek ve çıkmak arası bir gel-git gibi.

Gelincik, hepimizin bildiğini sandığı kırmızı çiçek. Ansızın karşılanır büyükçe bir tarlada. Zahmetsizce yetişir. Yalnız çok narindir. Sevgiyle güzelleşir. Sevdiği topraksa ve toprak ona dayanaksa, dik durur ve dayanır zorluklara. Sevdiği rüzgarsa ve rüzgar onu okşarsa, mutludur ve renklenir. Sevdiği güneşse ve güneş onu ısıtırsa taa içinden parlar gelincikte, çok derinden. Sevgisizliğe dayanamaz. Geçici hevesler uğruna dalından koparılan gelincik, soluverir oracıkta. Boynu bükülür, rengi sararır, parlamaz eskisi gibi, en sonunda yaprakları dağılır.

Aşk, hepimizin bildiğini sandığı o kırmızı duygu. Bilmem nedendir, aşkın rengidir asırlardır kırmızı. Ansızın karşılanır, beklenmedik yerlerde. Plansız ve çabasız. Zahmetsizce yetişir, en derinlerimizde.Yalnız çok narindir. Ancak sevgiyle, sevdiğiyle güzelleşir. Sevdiği dayanaksa dik durur, dayanır zorluklara. Sevdiği okşarsa mutluluk onun olur. Sevdiği ısıtırsa içini derinden bir bakış olur. Sevgisizliğe dayanamaz. Geçici heveslerle kapılırsa, mahvolur. Derin kuyular da kaybolur.

Ve gelincik kuyuya girdi. Aşk öyle bir şeydi ki, battıkça çıkmak gibi,dolandıkça çözülmek gibi. Çıktıkça batmak gibi, çözüldükçe dolanmak gibi. Gelincik kuyuda sona ermekteydi, oysa aşk içinde ufka deymekteydi. Velhasıl, aşk sanki bu diyardan değildi. Birden içi ürperdi.

Aşk içinden gelendi. Aşk zaten bedendeydi. Geri kalan sadece külleri alevlendirendi...

3 Aralık 2011 Cumartesi

diğer yanım...

Acıların mı yüreğine güzellikleri dolduran

Aşkın azabını yüklenmektesin umursamadan

Bir delilik seninki, onlarca akıllılığa bedel

Delirmekten korkar mı ki hiç deliler

Yoksa daha bir anlam mı katmakta sana bu niyet

Bu düşünce seni derinliklerde mi bırakmakta

Aşık işi…

Bazen vuslatta, bazen ayrılıkta

Aslında, yaşam gibi, dünya hayatı gibi

Adem evvelinden beri yarım kaldı bir yanımız

Ne yapsak da tamamlayamayız.

Yaşam gibi, dünya hayatı gibi,

Yarım kalanı aranmaktayız

Hamurumuz aşkla yoğrulmuş

Adem evvelinden belli aşka olan tutkumuz

Havva’ydı Adem’in canının parçasından yaratılan

Ne kadar uzağa düşseler de

Aşktı onları birbirine bulduran

Ne yapsak da tamamlayamayız

Yarım kalanı aranmaktayız

27 Kasım 2011 Pazar

kays ve isim







Kays ve Leyla aynı okul da hatta aynı sınıftalardı. Kays daha küçücük bir çocukken sevmeye başlamıştı Leyla' yı ve Leyla da Kays' ı. Dillere destan olacak olan bu aşkın temelleri küçücük yaşlar da atılmıştı bile. Belki de Kays bu aşkı yaşamak için doğmuştu. Leyla da bu azab da lezzeti bulmaya koyulmuştu. Çünkü ''azab'' lezzet demekti. Kays ve Leyla' nın aşkı duyulunca, aileler engel oldu bu aşka yada öyle sandı. İşte azab tam da burda başladı. Kays çöllere düştü. Leyla' sızlıktan öyle bir hal aldı ki, cümle alem onu Mecnun diye tanıdı. O artık bir deli, bir çılgındı. Kays adı kaybolmuş, unutulmuş, Mecnun' sa dilden dile dolanır olmuştu.Ad, bir insanı tanımak, tanıtmak, ayırdetmekte kullandığımız en belirgin özelliktir. Peki ya Leyla' yı seven bu deli, bu çılgın çocuğun kulağına Kays üflendiği halde üç kere, nedendi onu tanımak, tanıtmak ve ayırdetmek için Mecnun denmesi? Doğduğundan beri ''Kays'' diye anılan bu çocuğun Kayslığı unutulup Mecnun denmesi nedendi? Halk ona ''Deli Kays'' , ''Çılgın Kays'' da diyebilirdi. Neden Mecnun? Ve nedendi Kays'ın bu kadar kolay kabullenmesi?Aşkın basamaklarını çıkmış, bu denli yükselmiş birinin bir bildiği vardı elbet. Halk Mecnun diyor, O kabulleniyorsa bir bildiği vardı elbet.Mecnun, Kays ' ın halet-i ruhiyesini tanımlayan en güzel sıfattı. Mecnun... Mecnun, öyle büyümüştü ki; Kays, Leyla, aşk, azab, lezzet, çöl, deli, çılgın...Bütün bu kelimeler Mecnun olmuş, bütün bunlar Mecnun da olmuştu.Mecnun olarak algıladığımız şey sadece deli ve çılgın mıydı? Tabi ki hayır. Bütün bu kelimeler hatta daha fazlasıydı artık Mecnun.Evet, şüphesiz ilk Mecnun O' ydu. Ancak son olmayacaktı. Yüreğinde aşkı taşıyan, ona inanan her erkek bir Mecnun adayıydı. Aşkından deliren, çılgına dönen, baktığı her yerde sevdiğini gören her erkek bir Mecnun'du artık. Bundandı işte Kays' a apayrı başka bir ismin nasib olması. Halkın hep bir ağızdan ona Mecnunu yakıştırması ve Kays' ın bu duruma ses çıkarmaması. Kendinden sonrakileri de düşünüp Mecnun olması bundandı. Ve Mecnunluğa hiç bir leke sürmeden ifadeyi daha da derinleştirmesi, mana katması bundandı.Yüreğinde aşkı taşıyan, ona inanan her kadın da bir Mecnun içinde barınacaktı. Bu yüzden Leyla' ya apayrı bir isim nasib olmadı...

25 Kasım 2011 Cuma

Aşk Ve Sevda Masalı






Sevda dile düşmüş.Aşk dile düşmüş, dillere düşmüş. Bazıları her bahar aşık olurmuş. Meğer yaz aşkı diye bir şey varmış.
Aşk ki burnu havada, asil ve alımlı...Yerlerde paçavra olmuş. Sevda ki boynu bükük, dertli, hüzünlü, yakıp kavuran...Saman alevine dönmüş. Aşkın ağlatmaya, sevdanın tutuşmaya hali, dermanı kalmamış.
Aşk da sevda da bu diyarda yaşayamaz olmuş. Aşk ve sevda tam varız diyecek olurlarmış, onların literatüründe olmayan değişik kaygılar sevenlerin, sever gibi olanların aralarını açıverirmiş.Aşk da sevda da anlayamaz olmuşlar, yaşayıp yaşayamadıklarını.
Aşk bir gün gence ''bırakma'' demiş. Genç ''bana aşk çok'' deyince utanıvermiş. Sevda Züleyhada kalmış, Leylada takılmış. Onları hatırlayıpta, ağlarmış.
Ve bir gün aşk da, sevda da bu diyarda yaşayamaz olmuş.
Aşk çok sıkılmış, değişik değişik süslenip, püslenip kakalanmaktan. Birilerinin içini boşaltıp boşaltıp kendi istedikleriyle doldurmasından. Sevda usanmış meyhane köşelerinde anılmaktan, meze gibi tüketilen ''sevdalıyız ulan'' naralarından.
Velhasıl aşk da sevda da bu diyarda yaşayamaz olmuş.
Ve bir gün aşklar ve sevdalar karar almışlar, kimileri karşı çıksa da, bu diyardan ayrılmaya. Kendilerinin saygı gördükleri, kağıt mendil gibi tek kullanımlık harcanmadıkları diyarlara yol almaya koyulmuşlar.
İnsanlık şaşırmış, telaşlanmış. Herşeyin sera mahsülünü, tufandasını üretmeyi başardığı gibi aşk ve sevda için çalışmalara başlamış, güya aklıyla açığı kapatacakmış. Seneler geçmiş insanlık aşka hasret kalmış. Dedeler, nineler sevdayı anlatır olmuş, gençlerde masal diye dinlermiş.
Sonunda anlamışlar aşk da sevda da böyle üretilmez, inanç olmadan çoğaltılmaz.
Aşk ve sevda dilden dile gelen bir efsane oluvermiş.Yalnız bazılarının aklını hep bir acaba kurcalayıp dururmuş:
Aşk ve sevda yaşar mı bir yerlerde?

14 Kasım 2011 Pazartesi

bardak...


Her zaman dolmaz bardağımıza çay. Ve her zaman en doğru olmaz dolu olan. Zayıf, ince kıvrımlı, naif çiçeklerle bezenmiş büyük görünümlü bir bardak benim düşündüğüm. İçerisine çay koyar, keyifle içerim. Şimdi bardağı boş düşünelim. Her zaman dolmaz ya bardağımıza çay. Zayıf, ince kıvrımlı, naif çiçeklerle bezenmiş büyük görünümlü boş bir bardak. Ama bolca dolmaya, keyif vermeye meyilli. Var oluş amacının hakkında son zerreye kadar belirli.

Bunu bardak bilebilir mi? Bu ancak, var oluş amacı bilmeye meyilli olanın işi. Var oluşa sadakatimizin telaşesi...

Her zaman dolmayan bardağımıza çay gibi... Her zaman gerçekleşmez planladıklarımız. Düşündüklerimiz, istediklerimiz bulmaz bizi, kabul olmaz gibi... Aslolan isteklerimiz ve planladıklarımızdır. Ne kadar özenle üzerinde durduğumuz, düşündüğümüz. En yararlı olanı, en güzeli istediğimizdir. Aslolan özenle planladıklarımızı gerçekleştirme çabamızdır. Anlımızdan ter damlatırcasına hakkını vermektir.

Varsın gerçekleşmesin, kabul görmesin. Boş bir bardak gibi... Yeniden düşünmeye, yeniden planlamaya, yeniden istemeye ve yeniden hakkını vermeye meyilli. Var oluş amacı istemeye meyilli olanı kıymetli kılar istemek, edebince. Ne kadar büyük isterse o kadar kıymetlenir. Vermek istemeseydi, istemek vermezdi, değil mi?

Sır içinde sırrın hikmetiyle kabul görenin kıymeti, çok başka bir mana aleminde. Hikmetiyse, tasavvur sınırlarımızın çok ötesinde...

9 Kasım 2011 Çarşamba




Ertesi gün, ertesi gün ve ertesi gün…
Göz kapaklarımın ardına sakladığım seni
Seyrettim… Ve kimseye söylemedim.
Yakınımda bulduğum her koltuğa oturttum, hayalini
Yemek yedim, su içişini izledim,
Lokmaları ağzında geveleyişini.
Konuştum, konuşturdum, güldürdüm ve ağlattım
Her şeyi merak eden çocuklar gibi merek ettim seni…
Ben, gerçeğinle hayalini karıştırdığım o günlerde
Tanıdım en çok seni
O bitimsiz gözlerinin kahverengiliği
Sardığında dünya mı, öğrendim
O günlerde farkında değildim bitimsizliğin de
Yitirdiklerimin…
Acıyor ve kanıyordum yüreğime saplanan senle
Kurcaladıkça saplananı, kan revan içinde…
Bu yarayı iyileştirmenin yolu, kesip atmaktı artık bir yanımı
Kaçınılmaz bir uçurumun eşiğinde olduğumu bile bile
Ne kesip atabildim ne de iyileşebildim geçen onca süre
Bu hastalıkla yaşamayı öğrendim sadece
Ertesi gün, ertesi gün ve ertesi günde…

4 Kasım 2011 Cuma

Sev-gi





Sevgi. Sev kökünden türeyen, sev ile başlayan koskocaman bir ifade. Türettiği her kelimenin en önemli ve etkili vurgusu. Yani her şey sev'le başladı bu gün... Senin sevmenle başladı. Sevdiğin de sevgi oldu, sevmek oldu, sevdiğin oldu, sevgilin oldu.Yeri geldi sevda oldu. Sev'le başladı ve büyüdü. Koskocaman bir zincir oldu.

Sevgi, sevmek... Sev kökünden türeyen, itina gerektiren sözcükler. Yüzyıllardır bir çok yazan yüreğinden kağıdına iliştirdi yüzlercesi, binlercesi. Belki de bilimsel hiç bir konu onun kadar irdelenip, didiklenmedi. Peki ya sonuç... Sevgi neydi? Uluslararası kabul görmüş bir tanımı var mıydı? Hiç sanmıyorum... Çünkü her yürek sevgi demek ve yeni bir anlam demekti...
Sevgilerimle...



Anlamı olmalı hayatın
Sıktığın kokunun
Bakışın, gülüşün ifadesi olmalı
Anlamı olmalı
Mensup olduğun takımın
Anlamı olmalı taktığın yüzüğün
Sevdiğin insanın, sevmediğin kadar.
Anlamı olmalı
En çok da ağzından çıkanların
Esiri olmak istemiyorsan
Anlamlı olmalı
Hayatın anlamını arıyorsan
Anlam katmalısın yaşayıp, yaşattıklarına
Her zerreyi önemseyip, yüklemelisin anlamını
Anlamı olmalı hayatının...

2 Kasım 2011 Çarşamba

Yürüyorum İşte




Solgun çiçeklerin açtığı bu mevsim de yüreğim de, sensizliğin yükünü biraz daha fazla hissediyorum... Soğuk biraz daha fazla üşütüyor bu sonbahar. Adını bilmediğim bir sokakta yürüyorum, dökülmüş yaprakların arasında. Ellerim soğuktan buz kesilmiş. Ayaklarımı hissetmez olmuşum. Yürüyorum, tanıdık bir kapı bulma umuduyla. Her yabancı sokak biraz daha üşütüyor. Yürüyorum, sonucu meçhul bir muammaya. Her yabancı kapı biraz daha yaralıyor, yüküm biraz daha artıyor. Korkuyorum artık.

Solgun çiçeklerin açtığı bu mevsim de yüreğim de, sensizliğin yükünü biraz daha fazla hissediyorum... Üşümüşüm, yaralanmışım, korkuyorum ve beni bulmanı bekliyorum...

Ne ötesi kaderden ne berisi. Ne yaşıyorsak hepsi kaderimiz kadar. Bende yürüyorum işte, yazılmışın üstünde, varmak ümidiyle...

31 Ekim 2011 Pazartesi

telgraf




Hayatımın en güzel yılları diyerek adlandırmaktan çekinmediğim üniversite zamanlarıydı. Arkadaşlarla bıkmadan usanmadan, zaman kısıtı yaşamadan, Eskişehir'de yemek yenecek ne kadar mekan varsa, teşbihte hata olmaz, talan ettiğimiz, adalarda yürüyen kalabalığa kalabalık kattığımız, tavlası,tabusu hatta son demlerde iyice dibine vurup kahvesinde okey oynadığımız yıllardı. Üzerinden onlarca yıl geçmiş gibi hasretle anlattığıma bakmayın, üniversiteyi bitireli daha iki yıl oldu.

O gün yakın arkadaşlarımdan biri ve Eskişehirli olan Tuğba'nın evine gitmiştik. Tatar misafirperverliğiyle annesinin ikramları, Tuğbacığımın şen şakrak sohbeti eşliğinde geçiyordu günümüz.

Evde Tuğba'nın bir de anneannesi vardı. Hastaydı, yatıyordu. O dönem de 86 yaşlarında olan anneannemiz yarı türkçe yarı tatarca, anlaşılması biraz güç konuşuyordu. Dışarıdan baktığında bizi görebildiğinden bile şüphe edeceğimiz nice gün görmüş, geçirmiş anneannemiz insanı hayretlere düşüren bir azimle eline ne geçiyorsa okuyordu. Gazete, dergi, kitap, takvim yaprağı... Gözlerimle görmüş olmasaydım okuduğunu, inanmayabilirdim. O yazıları görüp okuyor olmasının şaşırtıcılığının yanında nice gencin kulağına küpe olacak bir okuma azmi taşıyordu hala içinde.

Hatice anneannemi hiç unutmuyor olmamın asıl sebebi okuma arzusuna olan hayranlığım değildi. Hasta yatağına gidip, elini öpüp, halini hatrını sorduğumda O'da bana memleketimin neresi olduğunu sordu. Aramızda geçen o kısa konuşmayı Tuğba'nın tercümesi eşliğinde gerçekleştiriyorduk. Tuğba, İzmit'ten geldiğimi söyledi. Gözlerimin içine bakarak '' Yavrum, ailenden telgraf var mı? '' dedi. Bunu Tuğba'nın tercümesine gerek kalmadan anlamıştım.

O bakışlarda; derdini sonuna kadar dinleyecek bir arkadaş, yardımı esirgemeyecek bir komşu, yavrusu gurbette bir anne vardı. Yüzlerce yüz, yüzlerce hal görmüş o gözler yüzümde, halimdeydi... Şaşkınlığımdan kısa bir sürede sıyrılıp, gayet doğal bir sualmişçesine, bunu her gün herkes birbirine soruyormuşcasına '' EVET'' dedim. Başımı salladım. O da ''iyi'' der gibi başını sallayarak beni onayladı. Ardından peşi sıra gelen duaları eşliğinde neticelendi kısacık sohbetimiz.

Hatice anneannemizin 90 yaşında yaşamını yitirmesiyle belleklerde ki telgraf kelimesi de yaşamını yitirmişti sanırım. Bu kısacık sohbetimiz esnasında telgraf alıp almadığı sorgulanan tek insan da bendim belkide...

Hatice anneannemize Allah'tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun...

30 Ekim 2011 Pazar

müsaade





Gecenin en karanlığında, dalmışsın deryalara ve uzanmış düşünceler boylu boyunca. Düşündüğünü düşünmeden, düşünmektesindir. Ne haldesin, tam olarak bilemezsin bu anda. Sadece zihnini kurcalayanlarla ilgilenirsin. Uzun uzun geçer aklından, sindire sindire dinlersin, seyredersin. Bazen söylersin bazen o söyler. Zaman geçer, gece biter. Sen yarı uyur yarı uyanık aklından geçenleri bitiremezsin.

Günün ilk ışıkları uzanmaya başlayınca yatağına, duramazsın artık. Atarsın kendini yataktan. Bazen bir sigarayla dağıtırsın aklını bazende dışarı atarsın kendini. Ya sabahın soğuğu ya sigara dumanıdır çektiğin boğazına... Bana müsaade biraz dolanmalıyım dışarılarda...

28 Ekim 2011 Cuma

hayırlı geceler

Eskişehir sularıyla saat 03:03...Şehir karanlıkla örtülü...Sarıp sarmalayan gece uyutmaya çalışırken bizi, gözleri ısrarla açıktır kimilerinin...Yastığa başını koymak ister enteresan bir çekimle...Yaklaşıyor uyuku vakti...Ve aklında bütün sevdikleri, inanabiliyor musunuz?, Hepsi...Yarın yeni bir gün, hepimizi bekleyen ne kadar da çok iş var, öyle değil mi? Ve işlerin tamamını bitirme telaşın nasılda kamçılıyor seni...Sevmeyi birilerini,aklından kazırcasına...Oysa hiç birimizin yarın ki trene binmeye yok ki bileti... Bütün bu alem şahit olsun ki, çok seviyorum sizi... tabi daha çok seviyorum kimilerinizi ;)

25 Ekim 2011 Salı

kırmızı

Ben gelincik,

hep aşkı anlatmak istedim…

Anlamak isteyene duruşum bile aşktı,

uçsuz bucaksız yeşillikler de ansızın karşına çıkan

zahmetsizce toprağın bağrından süzülüp

gökyüzünün maviliğine açılan

Dalından koparılıp, sürgüne yolcuysa

Bütün kırmızılığını dağıtan…


Ben gelincik,

Hep aşkı anlatmak istedim…

Anlamak istemeyene çığlıklarım bile

Sessiz bir haykırıştı…

Çatlamış toprakta yeşermeye çalışan,

kırmızı ama isteksiz.

Ben gelincik,

Hep aşkı anlatmak istedim…

Bazen bir kadın bazen bir erkek dediler,

Oysaki ‘’O’’ ete, kemiğe bürünemeyecek kadar

Hayattı…

Su kadar ekmek kadar muhtaçtık.

Asırlardır aşkın rengi olan kırmızıydı.


Ben gelincik,

Hep aşkı anlamak istedim…

Boğazına kadar içine battığın ama

Göz ucuyla dokunamadığın ateşin,

Kırmızılığını…

Haykırışlarının en masum seslerini

Kendinin bile duymadığı yokluğunun,

Kırmızılığını…

Sebepsiz yere ağladığın hiç

Susamadığın gözyaşlarının,

Kırmızılığını…

Duruşuyla bile içini titretenin

Gidişiyle ki yokluğunun,

Kırmızılığını…

Ben gelincik,

Anlatmak isterken susmalarımın

Sebebidir kırmızı…

24 Ekim 2011 Pazartesi

deprem


Mezar gibi taş yığınlarının arasından çıkan her canlı beden, tanıyan tanımayan her yüreğe neşedir ancak hüzün peşinden ne çabuk gelir.Ya geridekiler... 7.2 diye bir tabirle, merkez üssü, artçısı, öncüsü ifade etmeye çalışırlar... Bunlar ifadeye çok uzak geliyor bana, yaşayan canların yüreklerinde ki hangi sancıyı anlatmaya kadir ki... Televizyonda bir baba izledim. O diyordu ''mezar gibi taş yığını, bütün evlatlarım işte burada...''. Başında nöbet tutuyordu. Benimse her 99 dendiğinde içim titrer... O enkaz başında nöbet tutan babanın yüreğinde ki sancıyı duyabiliyorum. Bu hisleri anlatmak istemezdim aslında, ancak duyarsızlık beni kahreden... Rabbim yardımcıları olsun...

19 Ekim 2011 Çarşamba

fark etmez


Tutuşmamış yürekte aşk ne gezer

Sevgi sözü bilmeyen dil, ne söyler

Yalancı baharlara mı tutsak etmiş ömrünü

Yol bilmez, iz bilmez, sevda bilmez…

Bereketli yağmur görmemiş toprak misali

Açmış avuçlarını gökyüzüne, yağmur duasında

Ses duymaz, lisan sormaz, sevda bilmez…

Bütün kainatı cam bir kavanoz kadar zanneden

Balık misali, dolanır hayatının girdaplarında

Ömrü tükenmeye yakın, dışarıda ki söğüdü,

Ya anlar ya anlamaz…

Işık görmez, iklim bilmez, fark etmez…

katran kara


Yokluğunu demlemişim
Varlığının girdabıyla
Her yudumda tükeniyor
Dumanım ve benliğim
Katran karadır içtiğim
Menzil belli olmasada
Ucu varacak diye sana
Kana kana içmekteyim...

17 Ekim 2011 Pazartesi

ELLERİM


Bugün yağmur yağsa
Yağmurla gelsen
Bir damlayla düşsen
Avuçlarıma…
Sarıp sarmalasam…
Özünü yitirtmeden
Saklasam yağmuru…
Bugün güneş çıksa
Bir huzmeyle gelsen
Odama
Ellerim saçlarını okşasa
Güneşin,
Ne olduğunu bilip kabullenerek
Saklasam
Ve yağmuru… Ve güneşi…
Daha çok sevsem
Ellerim, yalnızlıklarıyla
Arkadaş olsa
Düşüp yaraladıkları dizlerine
Merhem olsa
Ve yüreklerine…
Her yarayı öpüp okşayarak
İyi etse ellerim,
Hiç birini saklamasa…
Bu gün yağmur yağsa ellerime
Ve güneş açsa.

13 Ekim 2011 Perşembe

...


Kan kokusu genzimi yakıyor...
Susmayın,
Kazandın deyin
Ey kuşlar ey gök ve yer...
Mutlak sevgi benimdir artık,
Mutlak aşk...
Yok dediler,
Onay vermediler.
Ne diyedir o vakit bunca savaş
bunca ölüm?
Hiç bir şey kazanmak uğruna mı
Canımızı ortaya koymalarımız?
Kanlı toprağın üstüne
Yağmur deydi, gece deydi
Gün deydi, kar deydi
Rüzgar deydi...
Bir tek uğruna can verdiğim yarin,
Ayağıydı deymeyen...

10 Ekim 2011 Pazartesi

Aşk başladı işte...


Adem (a.s) ve Havva validemiz dünya ya teşrif ettiklerinde kilometrelerce mesafe uzaktalardı birbirlerine..ama insan kendi canından bir parçayı bilmez mi? ve bildi.. dünya denen sürgünde kendi kaburga kemiğinden yaradılan o eşini buldu... onların yasak meyveyi yemesiyle dünya bir sıfat daha kazandı, imtihan dünyası.. Bu onlara bir imithandı..ve nesillerine... Ve bizi bizden iyi bilen Rabbimiz hepimize kaldıra bileceği yükü yükledi.. eşit değil bizi birbirimize denkledi...
Bezm-i Elest de, Rabbin kendini tanıttığı, varlığını billdirdiği, ruhların birbirini ilk gördüğü o meclisten bu yana, ezelden buyana ve kainatın sonuna kadar ebede kadar var olacak o macera başladı işte.. Aşk başladı işte...

9 Ekim 2011 Pazar

hiç inkar etmedim…

sessizliğin içinde,
yalnızlık tebessüm etmekte,
yıpratmışım bütün temiz kağıtları...
hepsinin suçu benim,
hiç inkar etmedim…
sığındım, affedilmek bekledim
kolları sararken bedenimi
yüreği de sevsin istedim yüreğimi
içimde bir boşluk hızla büyürken
bütün gücümle kaçıyordum
kaçtığımın, kendim olduğunu
çok sonradan anladım...
oysa ki tek bir an bile kaçamadım
ayağımdan bağlanmışım,
kaçtığımı zannederek dönüyorum,
döndükçe yarıçapı küçülen bir daire
her adım da sana kaçıyorum aslın da…
ve şimdi yalnızlıkla oturmuşum,
ağlıyorum…
gözüm göremiyor,
elim elleyemiyor,
sesim seslenemiyor, sana…
yıpratmışım bütün temiz hatıraları…
hepsinin suçu benim,
hiç inkar etmedim…